Nihayet gözlerini açtı, dedi hemşire yanındaki arkadaşına ve doktora haber vermesini istedi. Doktor Murat Bey, haberi alır almaz Sunay hanım’ın yanına koştu ve heyecanla sordu: “Okudunuz mu?” O anda Sunay Hanım’ın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi oldu ve iki hemşirenin şaşkın bakışları arasında yeniden kendinden geçti. Doktor Bey: “Tüh! Öğrenemedik.” dedi. “Neyi?” diye sordular hemşirelerin ikisi birden. Doktor Bey, sanki orada değilmiş gibi: “O kadar çalışmıştık akşam birlikte” diye kendi kendine söylenerek odadan çıkarken ani bir hareketle geri döndü ve uyanırsa haberim olsun, dedi. İki hemşire de tamam anlamında başlarını salladılar.
Sunay Hanım’ı iki gün önce hasteneye getirmişlerdi. Geldiğinden beri baygın yatıyordu. Bugün tam gözünü açtı diye sevinirlerken tek bir soru üzerine neden tekrar bayıldığına ikisi de bir anlam verememişti. Sunay Hanım, Doktor Murat Bey’in oğlunun öğretmeniydi aslında. Sunay Hanım’ın pek çok doktor velisi vardı ve hepsi heyecanla onun uyanmasını bekliyordu. Murat Bey, öğle yemeği için hastahanenin kafetaryasına girdiğinde çocukları aynı sınıfta olan birkaç doktor veli, karşıdan ne haber gibi bir işaret yaptılar. Murat Bey de henüz bir gelişme yok anlamında başını salladı.
Okulda ise müdür beyin telofonları sabahtan beri susmuyordu. Hep aynı şeyleri söylemekten bıkkın bir şekilde: “Bize ulaşan son bilgiler okumadığı yönünde hanımefendi. Bir gelişme olursa biz sizi ararız.” diyerek telefonu kapattı.
Müdür Bey de olanlara bir anlam verememişti. Sunay Hanım, en tecrübeli öğretmenlerinden biriydi ve yıllardır yazılı sonrası çocukların sorularına mukavemet göstermek konusunda üstüne yoktu. Ancak ne olduysa perşembe günü olmuştu. Bütün okulun ortak Türkçe sınavı vardı. Sunay Hanım, her zamanki sakin ve güleryüzlü tavrıyla çocukların “Şuraya yazsam anlar mısınız? Buraya çizsem olur mu? Buraya sığmadı, şuraya yazdım. Üç tane kompozisyon yazsam siz en güzeli hangisiyse ona puan verseniz olur mu, uzun yazsam puan kırar mısınız, bu başlık uzun mu olmuş, virgülden puan kırar mısınız?” neviden sorularını sabırla cevapladıktan sonra , sınav kağıtlarını zarflara koyarak dolabına kaldırdı.
Her zamanki malum soru için henüz vakit vardı ve belki derse girmeden önce bir çay içip soluklanabilirdi. Ama ne mümkün….
Sınavın bitmesinin üzerinden on dakika geçmiş ve çayını almış bir halde öğretmenler odasına giderken öğrencilerden biri karşısına çıktı ve muzip muzip gülümseyerek “Okudunuz mu öğretmenim?” dedi. “Ha ha ha çok komik!” der gibi öğrencinin yüzüne baktıktan sonra öğretmenler odasına girdi ve kapıyı kapattı. Ondan sonraki her iki dakika içinde dışarının uğultusuyla birlikte kapı açılıyor bir öğrenci başını içeri uzatıyordu:
– Okudunuz mu?
– Çay içiyorum.
– Okudunuz mu?
– Dinleniyorum.
– Okudunuz mu?
– Birazdan derse gireceğim.
Zilin sesiyle yerinden fırlayan Sunay Hanım, yarım kalan çayını masanın üzerine bırakarak hızlı adımlarla sınıfına doğru yürüdü. Öğretmenlerinin geldiğini gören öğrenciler ayağa kalktılar. Sunay Hanım, tam günaydın demeye hazılanıyordu ki ani bir menavrayla şöyle dedi:
– Okumadım!
– Sağol
Elbette ki son derece hayal kırıklığı içeren cılız bir sesten ibaretti bu sağol. Bu bir daha ki teneffüse kadar rahat edeceği anlamına geliyordu ki bir öğrenci parmak kaldırarak: “Öğretmenim, biz sessizce kitap okusak da siz de bizim yazılılarımızı okusanız” dedi. Tecrübeli bir öğretmen olarak bunu kabul ettiği takdirde “Önce benimkini okuyun lütfen” diyen öğrencilerin arasında boğulacağını, yazılı kağıdı öncelikle okunmayanların “Küstüm, size öğretmenim” diye kapris yapacağını, yazılıları okurken altından kendisininkini görmeye çalışanlarla mücadele edeceğini ve her ne kadar başımda dikilmezseniz okurum demesine rağmen kimin kağıdını okuyorsa onun başında dikileceğini çok iyi bildiğinden buna da net bir şekilde, hayır cevabını verdi.
Ders bitmiş, öğrenci seline kapılmış koridorda yürürken 6. sınıflardan bir öğrenci bütün şirinliğini takınarak o malum soruyu sordu:
– Okudunuz mu?
Sunay Hanım sakin olmaya çalışarak: “7. sınıflara dersim vardı.” dedi. Yani okumadınız mı, dedi hayretle çocuk. Sunay Hanım, onun hayretine hayret ederek şöyle bir açıklamada bulundu:
– Benim dört kolum ve iki beynim olduğu için ikisiyle tahtada ders anlattım, diğerleri de yazılıları okudu.
Normalde çocuğun buna gülmesi gerekiyordu; ancak çocuğun suratı iyice asıldı.
– Yani 6C’lere daha geçmediniz mi? dedi.
– Evet, iyi bildin, 6A ve 6B’leri az önce bahsettiğim şekilde ders anlatırken okudum, tam sizinkine geçecektim zil çaldı, derken 6A ‘lardan bir öğrenci “ Öğretmen bizimkini okumuş!” diye bağırmasın mı…
Birden hepsi Sunay Hanım’ın başına üşüştü.
– Kaç aldım öğretmenim?
– Ben kaç aldım öğretmenim?
– Ya ben, ya ben!
– Sonuçları asacak mısınız?
Bağrışlarının arasında çocukları okumadığına zor ikna etti. “Önce bizim sınıftan başlayın” kavgasını da kazasız belasız atlattıktan sonra bir başka sınıfa derse girdi. Ama bu sefer aklına iyi bir fikir gelmişti. Derse girer girmez: “Okudunuz mu diye sormayan sınıfların yazılılarını önce okuyacağım.” diyerek içlerinden “okudunuz mu” şeklinde yutkunan öğrencilerine gülümseyerek baktı.
Tanrım gerçekten de çok iyi bir fikirdi bu. Derken akşam eve çok gideceğini ve akşam evde yazılıları okumasının mümkün olamayacağını hatırladı. Ertesi gün için de parlak bir fikre ihtiyacı vardı ; çünkü bir kişi daha çıkıp “Okudunuz mu?” derse düşüp bayılmaı an meselesiydi.
Acaba yarın ki bayrak törenine önünde “OKUMADIM” yazılı bir kağıtla mı çıksaydı. Ya da “ HENÜZ OKUYAMADIM” yazmak daha akıllıca olabilirdi; yani okumak istedim ama nasip olmadı gibi. Oysa “OKUMADIM” derse canım istemedi okumadım anlamına gelebilirdi.
Bu düşüncelerle son ders zili de çalmış eve gitmek üzere hazırlanırken sınıfın kapısında bir veliyle burun buruna geldi. “Merhaba, nasılsınız”ın ardından hiç değilse sınavı yaptığı gün o saat için beklmediği soruyla karşılaştı.
– Okudunuz mu?
O anda koridordaki dolaplarında kitaplarını toplayan çocuklar, karşsısındaki veli, herkes bir hayal aleminde gibi gözüktü gözüne, etraf sessizleşti, veliye bir şeyler söylemeye çalışan kendi sesini bile duyamaz olmuştu. Sonra yer altından yavaşça kayıverdi. İki gün sonra gözünü açıp da Murat Bey’in sorusunu duyana dek iki günlük bir ara. Ta ki aklı başında bir öğretmenin neden çıldırdığını akıl adebilecek bir akıllı çıkana dek…
Hamiş: Bu öyküyü okuyan bir öğrencinin yorumu:
– Bu öyküyü yazana kadar oturup da bizim yazılıları okusaymış.
Beynimde yazma kıvılcımları parlıyor…Yaz..YAz…Allahım Bu nasıl bir HAz!
Koçluk söylemiyle yazmanıza engel olan şey ne? Yazmalı mıyız? Yazmalıyız.
Yazalım o zaman ne duruyoruz?