Şöyle bir tablo düşünün: Öğretmen sınıfta ders anlatmaya çalışmaktadır. Çalışmaktadır diyorum; ama kendi sesini bile zor duyar. Arkasına dönüp tahtaya bir şeyler yazdığında kağıt uçaklar havada uçuşmakta, aniden geri döndüğünde herkes sanki öğretmeni dinliyormuş gibi davranmaktadır.
Her sınıfta arkadaşlarını güldürmeyi kendine misyon edinmiş, böylece onları bir parça olsun bu sıkıcı okul hayatından uzaklaştırmaya çalışan, dikkat çekme ve popüler olma pahasına her türlü tehlikeyi göze alan öğrenciler vardır. Üstelik bu öğrencilerin öyle aman aman komik olması gerekmez; çünkü her şey bu durumda dersten daha eğlencelidir. Tanıdık bir tablo değil mi?
En sonunda öğretmen, her arkasına döndüğünde kendisiyle göz göze gelen; ama aslında gerçekte orada olmayan ya da gülmesini bastırmaya çalışan öğrencilerle karşılaşmaktan illallah der ve tebeşiri tahtaya doğru fırlatır. Bu, nutuk saatinin gelip çattığını gösteren işaretlerden biridir.
Şimdi öğrenciler için atlatılması gereken dersten de daha sıkıcı bir beş on dakika vardır. Sanırım öğrencilik hayatında hemen hepimizin böyle uzun ve sıkıcı nutukları dinlemişliğimiz olmuştur. İşin en kötü yanı da başınızı öne eğerek dinlediğiniz bu sıkıcı konuşmaların muhatabının çoğu zaman siz olmayışınızdır. Öğretmenlerin de aslen bildikleri ve “Söylediklerim bir kulağınızdan giriyor, öbür kulağınızdan çıkıyor.” şeklinde dile getirdikleri gerçek, onların bol duygu sömürülü konuşmasının gölgesinde kalır hep.
Kendim de bir öğretmen olmama rağmen en dayanamadığım şeylerden biri öğretmenler tarafından öğrencilere demogoji yapılmasıdır. Dersten çıktığında yaptığı demogojilerle öğretmenler odasında hava atan “Çocuğu nasıl bozdum.” diye kasım kasım kasılan öğretmenler de yok değildir ve bu daha da ifrit olunacak bir durumdur.
Ne yani, her şeye sessiz mi kalalım diyebilirsiniz. Elbette ki kalmayalım; ama sınıfta dikkati ve sessizliği sağlamanın yolu nutuk atmak değildir. Nutuk atmak, şanslıysanız size beş on dakika sessizlik sağlar, üstüne üstlük öğrenciler tarafından antipatik bir öğretmen olarak algılanırsınız.
Bence çözüm; esnek olabilmekte, aynı şeyleri yapıp durmakta ısrar etmemekte yatıyor. Biz öğretmenlerin mutlaka o derste yetiştirmek zorunda olduğumuz ve bütün öğrencilerin de anlamak için pür dikkat dinlemesi gerektiğine inandığımız konular vardır. Hedefimiz o derste o konuyu işlemektir.
İşte yapılması gereken en önemli şey, o hedeften öğrencileri de haberdar etmek ve o hedefe onları da ortak etmektir. Yani dersin başında, o gün hangi konuyu işleyeceğinizi, konunun önemini, konuyla ilgili kaç soru çözeceğinizi onlara anlatın. Örneğin öğrenciler, maddeler halinde deftere bir şeyler yazdıracaksınız kaç madde yazacaklarını baştan bilmek isterler. Sonra onların hoşuna gidecek bir ödül ortaya koyun. Örneğin, yarım saat çok dikkatli bir şekilde dinlerseniz, dersin sonunda bir oyun oynayacağız. Onlardan dersin bitimine beş dakika kala size haber vermelerini isteyin. İnanın hiç unutmazlar. Ama siz de mutlaka sözünüzde durun, dersiniz Türkçeyse bir kelime oyunu oynayabilir, Matematikse bir zeka sorusu sorabilir, bir sunu izlettirebilir, hatta öğrencilere fıkra anlattırarak öğrencileri rahatlatabilir ve dersten mutlu bir şekilde ayrılmalarını sağlayabilirsiniz.
Böylece öğrencilerin iki dakika sonra unutacakları nutuklar yerine, o beş on dakikayı daha verimli bir şekilde değerlendirmiş olursunuz, hem sizin sinirlerimiz bozulmaz hem de öğrenciler tarafından sürekli nutuk çeken, sıkıcı bir öğretmen olarak algılanmazsınız.
Yukarıda esnek olmaktan bahsettik. Gerçekten de bana göre meslekteki başarı esneklikle doğru orantılı. Başka bir deyişle değişime ayak uydurmakla. 20 sene önce hatta beş sene önce yaptığınız gibi ders anlatmaya devam ederseniz, kağıt uçaklardan biri kafanıza çarptığında şikayet etme hakkınız olmaz.
Hayatımıza her gün giren ve bir süre sonra vazgeçilmezlerimiz haline gelen ürünleri bir yana bırakın, karşımıza gelen öğrenciler de her sene değişiyor. Çoğunlukla öğretmenlerin “Her yeni gelen nesil daha berbat geliyor.” şeklindeki yakınmalarına tanık olmuşsunuzdur. Halbuki berbat gelmiyorlar, sadece onlar daha farklı. Onlar çok daha farklı uyarıcıların olduğu bir dünyaya doğdular. Onların ilgilerini çeken şeyler farklı, onların öğrenme stilleri farklı, dikkat süreleri farklı. Şimdi siz kalkıp bu yeni nesli, diğer nesle uyguladığınız yöntemlerle yetiştiremezsiniz. Sizin de taktik değiştirmeniz gerekiyor. Bu handikapı öğrencileri birinci sınıftan alıp beşinci sınıfa kadar okutan öğretmenler daha sık yaşarlar. Beşinci yılın sonunda birinci sınıfa döndüklerinde, diğerlerine uyguladıkları yöntemler geçersiz kalır ve başlarlar şikayet etmeye. Halbuki şu anda lisede öğretmenseniz “Y” kuşağının özelliklerini, ilköğretimde öğretmenseniz “Z” kuşağının özelliklerini çok iyi bilmeniz gerekiyor. Kuşak özelliklerine başka bir yazımda değineceğim.
Eskiden insanlar üniversiteden aldıkları diplomayla emekli olabiliyorlarmış. Şimdiyse bu pek değil, hiç mümkün gözükmüyor. Öğretmenlerimizin her açıdan kendilerini yetiştirmeleri, karşılarındaki hedef kitlenin özellilerini iyi tanımaları ve kendilerini onlara göre konumlandırmaları gerekiyor.
Kanımca “nutuk”, değişimin içinde değişmeden var olmaya çalışmanın dışavurumudur. Kendinizi sınıf içinde nutuk çekerken yakalarsanız ve özelikle de konuşmaya “Bizim zamanımızda…” diye başlarsanız bunu unutmamanızı tavsiye ederim.
Aysun Yağcı
Nutuk çekmek… Aynı şeyi yapıp, farklı sonuçlar beklemek…
vallahi hocam, bilirsiniz ben nutukçu değilimdir, çocuklara yaklaşım tarzımı her gün değiştirmeye, geliştirmeye çalışırım; ama yeni nesil hakikaten berbat geliyor 🙂 yazınızın tümüne katılıyorum, yalnızca nesil konusunda sizin kadar iyimser olamadığımı söyleyebilirim.