Eğitim Fakültesi Edebiyat öğretmenliği ikinci sınıf öğrencisiydim. Bir gün, notların asıldığı koridorda vize notlarımı diğer kafaların arasından sağ sol yaparak görmeye çalışırken benden büyük sınıfta okuyan iki öğrencinin konuşmasına kulak misafiri oldum. Biri, diğerine şöyle diyordu: “Ondan bitirme tezi aldıysan, yandın vallahi. O hocadan tez alan kesin okulu uzatır.” Merakıma yenik düştüm. “Afedersiniz kimden bahsediyorsunuz?” diye sordum. Kızlardan biri bana, Alemdar Hoca’dan, dedi. Alemdar Yalçın, birinci sınıfa başladığımız günden beri bir efsane isim olarak kulaklarımıza çalınıyordu. Kızlardan diğeri: “Eğitim Fakültesi dekan yardımcısı. Üçüncü sınıfa geldiğinizde sizin de Yeni Türk Edebiyatı dersinize girecek, merak etme!” dedi.
Daima her şeyin zorunu, daha doğrusu kendi sınırlarımı zorlamayı seven birisi olarak “ Bu hoca tam bana göre!” dediğimi hatırlıyorum. Gidip ondan tez isteyecektim. Daha ikinci sınıftım; ama olsundu. Üstelik bizim dersimize de girmiyordu ve beni daha önce hiç görmemişti. Hoş ben de onu görmemiştim.
Ertesi gün, Gazi Üniversitesinin o tarihi kubbeli binasının en son katında, kapıların yanındaki isimlikleri okuyordum. Büyük görkemli kapılar, yerdeki kırmızı halılar, yaldızlı boy aynaları insana sanki bir sarayda olduğu izlenimi veriyordu. Dekan yardımcısı yazan kapıyı buldum ve ürkek bir şekilde içeri girdim. Sekreter bayan telefonla konuşuyordu. Bir müddet ayakta dikilip konuşmanın bitmesini bekledim. Bu bekleyiş beni daha da heyecanlandırmıştı. Bu telefon konuşması olmasa ezberlediğim cümleleri bir çırpıda söyleyip içeri girecektim. Sekreter, telefonu kapadıktan sonra, soran gözlerle bana baktı. Ben de Alemdar Bey’in öğrencisi olduğumu ve kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Pek yalan da sayılmazdı. Nasılsa seneye öğrencisi olacaktım.
İçeri girdiğimde Alemdar Hoca, toplantı masasının başında oturmuş çalışıyordu. Daha sonraları onun makam masasında hiçbir zaman oturmadığını, gelen konuklarını, ya toplantı masasında ya da makam masasının önündeki koltuklarda ağırladığını öğrenecektim. Bir gün bana, insanlarla en iyi iletişimi onlarla aynı seviyede oturduğunuzda kurarsınız; bir masanın arkasından değil, demişti.
Beni görünce hemen ayağa kalktı, ceketinin önünü ilikledi, tokalaştı ve babacan bir tavırla “Gel, bakalım! ‘” diyerek beni yanındaki sandalyeye oturttu. Konuşma sırası bendeydi artık. Kendimi tanıttım, henüz ikinci sınıfta olmama rağmen kendisinden tez almak isteğimi dile getirdim. Biliyorum biraz erken olabilir, diye de ekledim. Genelde öğrenciler üçüncü sınıfın sonlarına doğru belirlerlerdi tez konularını. Yo, hiç de erken sayılmaz, dedi bana. Sonra bir kağıt aldı ve şartlarını madde madde yazmaya başladı:
1. Her zaman dürüst olacaksın.
2. Çalışmadığında bahane uydurmayacaksın.
3. Tez çalışmaya her hafta aynı saatte düzenli olarak geleceksin.
4. Gelemeyeceğin zaman mutlaka telefonla arayıp haber vereceksin ve karşındaki insanın zamanına saygılı olacaksın.
“Bu kağıdı şimdi sana veriyorum. Düşünmek için sana bir gün. Eğer yarın da aynı fikirde olursan tez konunun ne olacağını konuşabiliriz.” diye eklemişti. Halbuki ben daha o yazarken kabul etmiştim bütün şartları. Ertesi gün kabul ediyorum demeye gittiğimde başlamıştı eşsiz yolculuğum. Kendisi sadece tez danışmanım değil, hayat danışmanım oldu. Hayatıma hiç eksilmeyen ve her geçen gün artan değerler kattı.
Her hafta düzenli olarak benim için ayırdığı saatte çalışmaya başladık. Alemdar Hocam, o bir saatte, yalnızca benimle ilgilenir, dikkatini başka hiçbir şeye vermezdi. Tanzimat dönemi yazarlarından Ahmet Mithat Efendi’nin Dağarcık mecmuasındaki felsefi yazılarını, Osmanlıcadan günümüz Türkçesine çevirecek, ardından da zamanın tarihi ve siyasi koşulları içinde makaleleri yorumlayacaktım. Her hafta Osmanlıca metinden çevirdiğim kısımları kendisine okurken o da orijinal metinden takip edip, okuyamadığım ya da yanlış çevirdiğim yerleri düzeltirdi.
Alemdar hocam, şimdiye kadar tanımış olduğum hiçbir hocaya benzemiyordu. Beni her seferinde ayakta karşılar ve geçirirken de koridora kadar eşlik eder, tokalaşmadan önce ani bir refleksle ceketinin önünü ilikler, gözlerimin içine bakarak “Hadi bakalım, göreyim seni.” derdi. Onun yanından ayrılırken kendimi sanki dünyayı kurtaracak özel bir şahsiyet gibi hissederdim.
Yalnız bana karşı değildi elbette bütün bu tutumlar. Odasına derdini söylemek için bir hizmetli girecek olsa yine aynı şeyi yapardı. Hocamla çalıştığımız saatlerde, içeri kim girerse girsin ben de ayağa kalkmaya başlamıştım. Hocam ayaktayken benim oturup durmam yakışık almazdı. Saygı görmek için önce saygı duymak gerektiğini ondan öğrendim ben. Makam ve mevkii değildi insanı saygın kılan. Önemli olan, bir insanın bulunduğu makamı; kişiliğiyle, bilgisiyle ve görgüsüyle nasıl doldurduğuydu.
Bir gün bir ödevimin giriş kısmını okurken yüzünün epeyce asıldığını hatırlıyorum. Bunun sebebi, adının yanına ünvanını yazmış olmamdı. “Böyle şeylere gerek yok, lütfen bunu bir daha yapma.” dedi. Kitaplarının hiçbirinde ünvanının özellikle yazılmadığını o zaman fark etmiştim. O gün bir hayat dersi daha almıştım ondan. Yıllar sonra protokol sunumu yaptığım ve rektörü çok fazla anons etmek zorunda kaldığım bir gün, o kadar çok Prof. Dr. demek zorunda kalmıştım ki artık seyircilerin sıkılmış olabileceğini düşünerek sonuncuda sadece rektör bey demiştim. Rektörün yüzü fena halde asılmış, tören sonunda da kurmaylarından biriyle bana bir uyarı göndermişti. Yani bu lafı çok fazla telaffuz etmek zorunda kalıp da Prof. Dr ortak parantezine almaya kalkıştığınızda sizi de doğal olarak çarpanlarınıza ayırıyorlardı. İşte bu örnekte de olduğu gibi sevgili hocamın bana aşılamış olduğu değerlerin ötesinde bir anlayışla karşılaştığımda bocaladığım çok olmuştur.
Alemdar hocamızın dersleri üniversitedeki en kalabalık derslerden biri olurdu. Kimse onun dersini kaçırmayı göze alamazdı. Resmi tatil ya da bayram önceleri memleketlerine dönecek olan öğrenciler, otobüs biletlerini dersin saatine göre ayarlarlardı. Hızlı okumayı, reklam dünyasının aldatmacalarını, gazete haberlerinde satır aralarını okumayı; insan beyninin sırlarını, duyarlı, sorgulayan, olaylara farklı açılardan bakan, yani kısacası eleştirel okuyan ve eleştirel düşünen bireyler olmayı; hayatta en değerli şey olan zamanı doğru kullanmayı bize o öğretti. Anlatarak; ama daha çok da örnek olarak.
Sınavları üniversite giriş sınavından bile uzun sürerdi. 4 ya da 4,5 saat. Sınavda 12-13 sayfa yazdığımı hatırlıyorum. Sınavdan sonra kolumuz tutmazdı. Önceleri neden böyle yaptırdığını anlayamasak da sonradan yazmanın öğrenmenin en güzel yolu olduğunu anlamıştık. Aslında o bizi sınamıyordu, sınavda bile öğretiyordu. Sınavdan sonra bütün öğrenciler kaç sayfa yazdıklarını birbirlerine sorar kıyaslama yaparlardı. Daha az yazan kendinde bir eksiklik hissederdi. Tam 20 sayfa yazdım, diye böbürlenenimiz çok olurdu. Üstelik hocamızın bunları hiç üşenmeden okuduğuna ve düzelttiğine de bizzat şahit olmuşumdur.
Günde 3 saat uyurdu. Uykuda geçen zamana acırdı. Onun enerjisine baktığınızda kendi gençliğinizden utanacak olurdunuz. Alemdar hocanın odasından her çıktığımda önüme gelen ilk taksiye atlar, milli kütüphaneye derdim. Daha çok okumam lazım, daha çok öğrenmem lazım, diye sayıklarken yakalardı taksici beni. Bir şey mi söyledin abla, derdi. Yok bir şey derdim utanarak.
Milli kütüphanede çalışıp da beni tanımayan personel yok gibiydi. Bana hep torpil geçerlerdi. Bir seferde üç kitap alma hakkı varken bana beş kitap verirlerdi. Kütüphanenin kapanma saatinde kovulduğum çok olmuştur. Herhalde üniversite hayatımın dörtte üçünü orada geçirmişimdir. Şimdi ne zaman Ankara’ya gidip de milli kütüphanenin önünden geçecek olsam içim pır pır eder. Tuhaf bir heyecan kaplar içimi. Gözden kaybolana kadar bakarım, o zamanlardaki ikinci evime.
Alemdar Hocamla iki yıl boyunca çalıştık ve benimle olan randevularını hiç ertelemedi, ben de hiç aksatmadım. İki sene sonra tezimi teslim ettiğimde, öğrencilerini yüreklendirmekten hiçbir zaman geri durmayan ama kendi doğasında var olan tevazu nedeniyle abartılı övgülerden kaçınan bir insan olarak “Yaptığın tezin nice doktora tezinden bile üstün olduğunu biliyor musun? Üstelik bu bir lisans tezi.” demişti. Benim için bundan daha güzel bir ödül olamazdı herhalde.
Alemdar Hocam, daha sonraları iletişim fakültesi dekanı oldu ve ben maalesef yüksek lisans tezimi onun danışmanlığında yapamadım. İş yoğunluğundan, bana söz verdiği vakitlerde çalışamamızdan korkuyordu. Bunu da bana açık yüreklilikle söylemişti. Senin danışmanın olmayı ben de çok isterim; ama yeterince rehberlik edemezsem çok üzülürüm, dedi. Haklıydı aslında. Yaptığı her işin hakkını vermeyi isterdi çünkü. Ama yine de o gün ısrarcı olmadığıma sonradan çok pişman oldum. Onun hiç ilgilenemez halinin bile diğer danışmanlardan kat ve kat iyi olacağını düşünemedim. Diğer danışmanımın bana yüksek lisans tezimi teslim ettiğim gün, okulun kapısından bir daha girmemeye ve doktora yapmamaya yemin ettirdiğini düşünürseniz pişmanlığımın ölçüsünü daha iyi anlarsınız. Alemdar hocamla yola devam edebilseydim, şimdi muhtemelen daha başka yerlerde olacaktım.
Ama yine de sevgili hocam, bana kattıklarınızla, verdiğiniz ışıkla benim hep hayatımda oldunuz, hiç eksilmediniz. Göreve başladığım ilk günden beri hem de. Hatta her geçen gün, sizi daha iyi anladığımı ve son zamanlarda her zamankinden fazla düşündüğümü söyleyebilirim. Her gün sizinle giriyorum sınıfıma. Sizin beni yetiştirdiğiniz gibi yetiştirmeye çalışıyorum öğrencilerimi. Doğru mesajı alacak tek bir öğrencinin varlığı tutuyor beni ayakta ve inanın öyle çoklar ki göz göze geldiğimizde her seferinde göz kırpıyorum onlara.