Üniversite sınavına hazırlanırken Ankara’da dershaneye gidiyordum. Bir Türkçe öğretmenimiz vardı. Malum, öğrenciler öğretmenleri çekiştirmeye bayılır. Biz de kendi aramızdaki konuşmalarımızda o Türkçe öğretmenine dershanenin boşuna maaş verdiğini düşünürdük. Çünkü ders anlatmazdı, tüm dersi öğrencilere anlattırırdı. Konuları aramızda paylaştırır, bizler sırayla tahtaya çıkar, konuyu anlatırdık.
Testlerin cevap anahtarlarını da biz çıkarırdık. Hiçbir zaman 1 Ankara, 2 Bolu, 3 Ceyhan diye cevapları okuduğunu hatırlamıyorum. Soruları sırayla açıklardık. Açıklama yaparken cevabın ne olduğundan çok diğer seçeneklerin niçin cevap olamayacağını da anlatmamızı isterdi. Test çözdürürken de bilemediğimiz bir soru olup da sorduğumuzda: “Bu soruyu açıklayabilecek olan var mı?” diye sınıfa sorardı. Daha sorunun cevabını bile bilmiyordu. Çok yetersiz bir öğretmen olduğu bizce kesindi.
Bugünse öğrenme tutkumu bizlere bir şeyler öğretmeye çalışmayan öğretmenlerime borçlu olduğumu düşünüyorum.
Sugata Mitra’nın ünlü “Duvardaki Boşluk” deneyini bilirsiniz. 1999 yılında Yeni Delhi’de duvara bir bilgisayar yerleştirir ve çok kısa bir zamanda oradaki öğrenciler bilgisayar kullanmayı kendi kendilerine öğrenirler.
Kendi kendine öğrenme olgusunun keşfedilişi ise bundan daha eskilere dayanıyor. 1918 yılında Fransız edebiyatı okutmanı Joseph Jacatot, sürgüne gönderilir ve sürgündeyken Hollanda kralının cömertliği sayesinde kendisine öğretmenlik görevi verilir. Öğrencilere Fransızca öğretmesi istenmiştir. Ancak kendisi Flamanca bilmediği gibi öğrenciler de tek kelime Fransızca bilmemektedirler. O sırada imdadına Fenelon’un Telemak isimli eserinin iki dilli bir baskısı yetişir.
Öğrencilerden çeviriden yardım alarak Fransızca metni anlamaya çalışmalarını ve anladıklarını sürekli tekrarlamalarını ister. Bu küçük deney, hocanın karşısına beklentilerini aşan bir tablo çıkarır. O, öğrencilerin bu zorlu işin içinden bir Fransız kadar iyi çıktıklarını görür ve çok şaşırır.
Bu rastlantı ürünü deney, Jacotot’un zihninde tam anlamıyla bir devrim yaratır ve öğrenme üzerine başka deneylerin de önünü açar.
Jacotot, öğrencilere Fransızcanın temeline dair hiçbir şey açıklamamıştır. Buna rağmen öğrenciler bildikleri dildeki kelimelere karşılık gelen Fransızca kelimelerdeki eklerin kullanımını kendi kendilerine keşfetmişlerdir.
Açıklayana dayalı sistemin mantığını yıkan bu durum, yalnızca o günler için değil günümüz için de şaşırtıcı bir durumdur. Bu bir nevi, çocuğu, hocanın açıklamalarındaki zekayı edinmesinden kurtarmak ve kendi zekasıyla tanıştırmaktır. Jacotot’a göre: “Özgürleştirmeksizin eğiten aptallaştırır.”
Gerçekten de öğrenebileceğini bilmek başlı başına özgürlüktür.
Son günlerde dershaneden özel okullara geçmek isteyen öğretmenlerin sayısı oldukça fazla. Yazılı ve sözlü mülakatları geçen öğretmenleri ders gözlemine çağırıyoruz. Öğretmen adaylarından, önceleri 40 dakikalık bir ders planı yapmalarını isterken, son deneyimler onlardan 20 dak. ders planı talep etmemize neden oldu.
Bütün bir haftayı mütemadiyen öğretmenin konuştuğu, neredeyse hiç açık uçlu sorunun sorulmadığı, çok az sayıda açık uçlu sorunun öğretmenin cevaba yönlendirmesiyle kurban edildiği ders gözlemlerinden bir an önce kaçıp kurtulmak hevesiyle geçirdikten sonra ders gözlemi yapmamız gereken bir öğretmene daha fazla dayanamayıp şunu söyleyiverdim: “Sizinle bir ders gözlemi yapacağız; ama konu anlatmanızı istemiyoruz.” O anda aklından geçenleri tahmin edebiliyordum: “Konu anlatmadan nasıl ders işleyebilirim ki?”
Slayttan ders anlatmayı ve slayttakileri öğrencilerin defterlerine yazdırmayı, teknoloji kullanmak; yalnızca bilgi ve anlama basamağında birbirine benzeyen onlarca sorudan oluşan çalışma kağıtlarını öğrenciye dağıtmayı, sınıfta etkinlik yaptırmak zanneden o kadar çok öğretmen varken bir de “Ders anlatma!” dediğimizde doğal olarak “O zaman sınıfta ben ne yapacağım?” sorusu gündeme geliyor.
DERS ANLATMAYIP NE YAPALIM?
Bir öğretmenin ders planında ne kadar konuşacağını bile dakika olarak planlaması gerektiğini söylemek son derece radikal gözükse de doğru olan budur.
Öğrencileri dersin başında plandan haberdar etmek, ders içindeki tüm kilometre taşlarını önceden söylemek, hatta mümkünse onların tekliflerine açık olmak bu noktada işinizi çok kolaylaştırır.
Belirsizliğin kaygıyı artırdığı bilenen bir gerçektir. Ne kadar konuşacağı belli olmayan bir öğretmeni dinlemeye çalışmak, bıkkınlığı ve pek çok olumsuz öğrenme yaşantısını tetikler ve öğrencinin algıları büyük ölçüde kapanır. Beyinde sinapslar arası nöral bağlar oluşmaz ve “Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!” diyen bir Türk filmi klişesine kurban olmanız içten bile değildir.
Öğrenciler bu tarz durumlarda iki şekilde hareket ederler: Ya tüm algılarını kapatır, başka şeyler düşünürler; ya da kendi aralarında konuşup gülerek, sınıfın içinde dolaşmaya başlayarak hatta birbirlerine sataşarak vakit geçirmeye çalışırlar ki bu da sınıf yönetimi açısından öğretmeni büyük sıkıntıya sokar. Bu gibi durumlarda açıklamaları niçin dinlemediklerine ilişkin öğrencilere “nutuk çekmek” işi daha da çıkmaza sürükler.
Anlatacağınız konuya yeterince dikkat çekemediğinizde ve ilgili odaklayamadığınızda anlatacaklarınız eski hocaların deyimiyle öğrencilerin bir kulağından girer, diğer kulağından çıkar.
Buna rağmen, her konuyu bir etkinlikle vermeniz mümkün değildir. Bazen en kısa yol, en iyi bildiğiniz yoldur ve konuyu kısaca anlatmak en iyi çözümdür. Böyle anlarda lütfen öğrencilere ne kadar konuşacağınız hakkında bilgi verin ve sonrası için bir hedef koyun. “Şimdi 10 dakika boyunca dikkatinizi bana vermenizi istiyorum. 10 dakika dolduğunda lütfen bana haber verin, sizlerle anlattıklarımızı pekiştireceğimiz keyifli bir oyun oynayacağız.”
Bu, her zaman işe yarar. Öğrenciler: “Hımm, sanırım 10 dakika dinleyebilirim öğretmeni.” diye düşünür. Sınıf rutinleriniz de iyi oturmuşsa öğrenciler bu ricanızı geri çevirdikleri zaman hedefe ulaşamayacaklarını da tecrübe etmiş olduklarından sınıf yönetimi konusunda sıkıntı yaşamazsınız.
Sonuç olarak ders planınızı yapmaya başlarken kendinize sormanız gereken başlıca sorulardan biri: “Bu derste ne kadar konuşacağım, ya da ne kadar konuşmalıyım?” sorusudur. Derste aralıksız olarak 10 dakikadan fazla konuşuyorsanız sizin için tehlike sinyalleri çalıyor demektir. Bunu unutmamak için sınıfın görülen bir yerine hatırlatıcı asabilirsiniz.
Bir başka kötü alışkanlık da öğretmenlerin çok önemli buldukları konuları anlatırken “Demek ki neymiş?” deyip kimsenin ağzını açmasına fırsat bile vermeden konuyu yeniden anlatmaya başlamalarıdır.
Oysa ki kuracağınız “Buraya kadar anlattıklarımı kim özetlemek ister?” gibi basit bir cümle bile öğretme döngüsünü öğrenmeye doğru çevirebilir.
Ne zaman anlatmaya odaklı bir öğretmen görsem öğrencilerin adına ona şunu söylemek istiyorum:
Öğretmenim, bana ders anlatma, anlam oluşturmama katkıda bulun!
Kaynak: Jacgues Ranciere, Cahil Hoca, Metis Yayınları, Mart 2015