“Sevim teyze” Bu iki kelime kadar içimi ısıtan, aklımı ve kalbimi güzel çağrışımlarla, dinginlikle ve huzurla dolduran başka iki kelime daha bilmiyorum. Sevim teyzem tanımaktan çok büyük mutluluk duyduğum, hayatıma değer ve anlam katan insanlar içinde en özel olanı. Yaşı olmayan, gerçek bir öğretmen, gerçek bir bilge. Üstelik aramızdaki onca yaş farkına rağmen benim en yakın dostlarımdan biri. Hatta kimi zaman yaşıtlarımın bile beni bu kadar iyi anlamadıklarını düşündürtecek kadar çağını aşmış bir insan.
Geçtiğimiz yaz, Sevim teyzeyle birkaç hafta öncesinden yani okullar kapanmadan, onun Didim’deki yazlığında buluşmak için sözleşmiştik. Onunla “Dünden Bugüne Denizli” dergisi için bir söyleşi gerçekleştirecektim.
Tarih 1 Temmuz 2008. Akbük’ten Didim’e doğru yol alıyorum. Arabada yalnızım, dolayısıyla bağıra bağıra şarkı söyleyebildiğim için çok da mutlu. Üzerimde hem tatilin yeni başlıyor olmasının verdiği bir hafiflik duygusu hem de sahilde oturup güneşlenmek yerine kendime yaratmış olduğum yeni hedefin heyecanı var. Sol tarafımda mavi deniz, sevdiğim şarkıyı onuncu kez dinlemenin özgürlüğüyle neredeyse dümdüz ve olabildiğince ıssız yolda neşeyle gidiyorum.
Sevim teyzenin en önemli özelliği, evine gelen herkese kendini çok özel hissettirmesi. Onun kurduğu sofralar, yaptığı yemekler, her şeyi özeldir. Her şey bir tören havasında yaşanır. Hiçbir şey geçiştirilmez. Ona göre yaşam, her anı doya doya yaşanması gereken bir mucizedir ve her anın tadını çıkarmak gerekir. O yüzden iki kişi yemek yiyecek dahi olsanız, en değerli Çin porselenleri ve kristal bardaklar masaya konur. Amerikan servisler ve kumaş peçeteler hiç ihmal edilmez.
Onun mükemmel Türkçesi ve engin kültürünün yansıdığı yumuşacık sesini dinlemek insana bir şarkı gibi gelir ama konuşmak epeyce özen ister. Sizi çok dikkatli dinler ve ola ki dilin kullanımında bir hata yapacak olursanız bazen dayanamayıp hemen konuşmanın ortasında bazen de sözün sonuna kadar bekleyip – ki zaten siz hata yaptığınızı yüzünün buruşmasından anlarsınız – kibarca uyarısını yapar. Örneğin her cümlenin sonuna nokta gibi eklenen “tamam mı?” , “anlatabildim mi?” ya da “anlatabiliyor muyum” nevinden kalıplardan karşısındaki insanı aptal yerine koyduğunu düşündüğü için nefret eder. Siz heyecanlı bir şekilde başınızdan geçen olayı anlatırken son derece kibar bir üslupla araya girer ve “Özür dilerim ama neden her cümlenizin sonunda “tamam mı” diyorsunuz kuzum?” der. O zaman siz de onunla birlikte sorunun cevabını düşünür. Hakikaten neden diyorum acaba, hiç farkında değilim, dersiniz.
Türkçe öğretmenliğimin vermiş olduğu büyük sorumluluktan dolayı sözcükleri tartarak kullanan ben, genelde eşimin maruz kaldığı bu uyarılara, kendim hata yapmamış olmamdan dolayı içten içe sevinirken bu yaz öyle bir hata yapmış bulundum ki o kadar sakin ve kibar bir insana “Ne dedin sen bakayım?” dedirtmeyi başardım. İşte o anda daha kısık bir sesle “kamelya” dedim ve yüzümde hata yapmış çocuklara özgü bir utançla kendimi gelecek olan nutuğa hazırladım:
“Kamelya Doğu Asya’ya has bir çiçek türüdür, yavrucuğum. Senin anlatmaya çalıştığın ise kameriye olsa gerek. Kamer ay demek. Kameriye de buradan geliyor. İnsanlar ay aşığını izlemek için bahçelerine altıgen ve sekizgen kubbeleri olan kameriyeler yaptırmışlar. Aynı zamanda bu geometrik şekillerin bütün evrenin enerjisini topladığına inanılırmış. Bu nedenle akşamları bu kameriyelerin altına geçerek arındıklarını düşünürlermiş. Evet, şimdi kaldığın yerden devam edebilirsin.”
“Sevim teyzecim bildiğiniz gibi bu tip yanlışlara galat-ı meşhur deniyor. Yani yaygınlaşmış yanlış. Etrafınızdaki herkes kameriyeye kamelya dediği için bir süre sonra siz aslında doğrusunu bildiğiniz halde yanlış söylemeye başlıyorsunuz.” gibi bir çıkarımla kendimi kurtarmaya çalışırken Sevim teyzenin yüzündeki bu seferlik affedebilirim, merak etme aramızda kalır tarzındaki muzip gülümsemesiyle kendimi daha fazla savunmaktan vazgeçiyorum.
Sevim teyze aslen Denizlili ve kendisini iflah olmaz bir Denizli sevdalısı olarak tanımlıyor. Hoş insanın Denizli’nin şimdiki haline pek sevdalanacağı gelmez; ama onun en sıradan şeyi bile özel kılan, başka bir gözle bakmanızı sağlayan iyimser bir bakış açısıyla donanmışlığını ve gözleri dolu dolu çocukluğunun Denizlisini anlatışındaki o içtenliği yaşasanız neden Denizli dergisinde mutlaka yer alması gerektiğini anlarsınız.
Yaklaşık iki yıl kadar Denizli Lisesinde İngilizce öğretmenliği yapmış ve o dönemdeki öğrencilerinin hiç unutamadıkları hala arayıp sordukları çok özel bir öğretmen. Hatta söyleşimiz sırasında şimdilerde ister Denizli’de ister Türkiye’de herkes tarafından tanınan öğrencilerinin isimlerini yazmak istediğimde, diğerlerini unutursam üzülebilirler hassasiyetiyle isim vermemeye özellikle dikkat ediyor.
Sevim teyzeyle konuşacak o kadar çok şey var ki yapacağımız söyleşi bir günde bitmiyor elbette. Yaz boyunca birkaç kez bir araya geliyoruz. Yaz sonunda da yazdıklarımızı tekrar gözden geçirmek için Sevim teyzeyi Kuşadası’ndaki evimizde bir hafta misafir ediyoruz. Söyleşi bitiyor bitmesine; ancak on iki sayfalık söyleşiyi ne kadar kısaltmaya çalışsak da bunda pek başarılı olamıyoruz.
Denizli’ye döndüğümde editörün ne diyeceğini çok iyi bilmeme rağmen söyleşiyi kısaltmaya kıyamadığım için olduğu gibi veriyorum. Derken kısaltmamı isteyen telefon gecikmiyor, ben de söyleşiyi beş sayfaya indirmek zorunda kalıyorum. İşte günlükteki bir sonraki yazım, bu söyleşinin dergiden çıkarmak zorunda kaldığım ama mutlaka herkesin okumasını istediğim bölümlerinden oluşuyor. İnsana yaklaşımın alfebesini ve nasıl mükemmel bir öğretmen olunur sorusunun cevabını çok iyi verdiğini düşündüğüm bu söyleşiyi sizlerle paylaşmak istedim. Tahmin edersiniz ki bütün bunları da o söyleşiye girizgah olsun diye yazdım. Umarım dergi yayınlandıktan sonra diğer bölümleri oradan okursunuz.
Yaz sonunda Ankara’dan gençlik yıllarına ait resimleri yollamaya söz verdiği zarfın içinden mükemmel bir el yazısıyla şu satırlar okunuyor:
“Sevgili genç dostum, birlikte yaşadığımız o bir haftalık zaman diliminin duygusal yoğunluğu bütün yazımı kapladı. Sevgi ve şefkatle örtüşmeyen bütün olumsuzlukları sildi, süpürdü. Hepinize müteşekkirim. Böylece rüya gibi bir sonbahara başladım. Mutlu ve dingin.”
Bu nota ve Sevim teyzenin gençlik yıllarına ait siyah beyaz fotoğraflardaki büyülü güzelliğine dalarken dudaklarım Yahya Kemal’in “Geçmiş Yaz” isimli şiirini mırıldanıyor:
Rüya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle
Her anını, her rengini, her şi’rini hazdan.
Hala doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan
Sizi kutluyorum, birikimlerinizi bu şekilde paylaşmak çok güzel bir düşünce.Yazılarınızı zevkle okudum.Gerçi öğrencileriniz adına üzüldüm,sizin gibi bir öğretmenden yoksun kaldılar.Bu alanda da başarılarınızın devamını diliyorum.
Çok teşekkür ederim öğretmenim. Beğenmenize sevindim.