İsimsiz kahramanlara ithaf olunur.
Küçük bir çocukken, her günü nerdeyse birbirinin aynı, monoton okul günlerinin sıradanlığından kurtulmamı ve bir günlüğüne de olsa benim dışımdaki bir hayatın, büyüklerinin dünyasının bir gözlemcisi olmamı sağlayan deneyimi, sadece ve sadece hasta olduğum günlerde yaşayabilirdim. Bademciklerimin şiş olduğu günlerde. – Ki çocukken oldukça sık olurdu bu durum- O zaman babam “Seni bizim dairenin doktora götüreyim.” derdi. Ayakta duramayacak kadar hasta değilsem içten içe sevinirdim. Babamın iş yerine gidecek olmak büyük bir ayrıcalık gibi gelirdi.
Öyle sabahlarda, elim babamın elleri arasında, her zamanki durakta, babamın servisinin gelmesini beklerdik. Babam her günkü alışkanlığıyla servis bekleyen insanları selamlar: “Çocuk hasta da, doktora götürüyorum.” derdi. Babam, samimi olmadığımız insanların yanında bana “çocuk” diye hitap ederdi. Bu durum, bana istediğim gibi davranabilme özgürlüğünü de verirdi. Ne de olsa çocuktum. Halbuki babam adımı söylese daha farklı olacakmış gibi her şey. Servise bindiğimizde bir teyzenin: “Ay, ne tatlı! Hasta mı oldun sen bakayım?” gibi zaten cevabı belli olan sorusuna, kafamı yukarıdan aşağı sallayarak, dudaklarımın kenarlarını aşağı sarkıtarak ve yüzüme daha acıklı bir hava katarak cevap verirdim.
Babamın çalıştığı yer, binden fazla kişinin görev yaptığı büyük bir devlet kurumuydu. Geniş bir arazi üzerinde A’dan F’ye kadar sıralanmış binalar, bahçesinde o zamanlar gözüme göl gibi görünen ve içinde ördeklerin yüzdüğü büyük bir havuz…
Babam, D blokta çalışıyordu. Bu binaların en sevdiğim özelliği, kare şeklinde olmalarıydı. Her binanın ortasında yine kare şeklinde büyük bir bahçe vardı ve bütün koridorlar, bu aydınlık bahçeye bakardı. Koridorların duvarları yere kadar cam olduğu için şimdinin alışveriş merkezleri gibi alt kattan veya herhangi bir kattan baktığınızda bütün koridorları görebilirdiniz. O zamanlar en sevdiğim şey, babamın odasından çıkıp karenin köşelerini dolaştıktan sonra diğer taraftan babamın odasına geri dönebilmekti. Diğer binalarda olduğu gibi ince uzun ve gidince tekrar dönmen gereken koridorlara nazaran bu koridor bana çok eğlenceli gelirdi. Kendimi 80 Günde Devr-i Alem kitabındaki kahraman gibi hissederdim. Sürekli doğuya gidiyordun ve başladığın noktaya geri dönüyordun. Çok küçükken hızla koşarak tamamlardım bu turu. Biraz daha büyüdüğümde ise geçerken odaların içine kaçamak bakışlar fırlatmayı ihmal etmemeye başladım. Ancak ne yazıktır ki burada bulunan insanlar, sanki iş dışında her şeyle uğraşırlardı. Gazete okuyanlar mı dersin, bulmaca çözenler mi, ya da dikiş için patron çıkaran mühendis bayanlar mı. Bir türlü anlam veremezdim. İş mi yoktu, işe göre insan sayısı mı çoktu? Yoksa bu insanlar işlerini son sürat yapıp bu tarz şeyleri yapmaya vakit mi buluyorlardı o da meçhulüm. Çalışmayan ve potansiyelini kullanmayan insanlara karşı tahammülsüzlüğümün tohumları o yıllarda ekilmiş olsa gerek.
Gelelim babamın odasına. Babamın odasında dört masa bulunurdu. Hani şu demirden, üstü açık mavi, kenarında demirbaş nosu asılı olan masalardan. Bir de metal dolaplar vardı, boz renkli. Üzerinde “Yangında birinci öncelikle kurtarılacaklar” diye yazardı ki bu durum, onları benim gözümde daha da değerli kılardı. O dolaplara bakarken çocuk aklım hemen bana bir oyun oynar, hayalimde bir yangın çıkarır ve bana da seyretmek düşerdi. Gerçekten de bir yangın çıksa çalışanlar önce canlarını mı; yoksa dolaplardaki dosyaları mı kurtarırlardı, diye çok düşünmüşlüğüm vardır. “Hım… Yangın çıkmış. Şu dolaptaki dosyaları alayım da aşağıya ineyim. “ Bu düşünce bana çok komik gelirdi. Yangın bütün binayı sarmış, sen kalan dosyaları kurtarmak için binaya girmeye çalışıyorsun. Arkadaşların kollarından tutuyor: “Yapmayın Ahmet Bey, değer mi? “diyor; ama Ahmet Bey, hiç aldırış etmiyor ve kalan dosyaları almak için kendini ateşe atıyor. Ya da şöyle mi olurdu acaba? “Çok şükür birinci önceliklileri kurtardık. Boş verin, üzülmeyin Ahmet Bey, kalan dosyalar ikinci öncelikliydi nasıl olsa.”
Babam çalan telefonlara cevap verip elinde kağıtlarla odadan odaya koştururken arada bir başını kapıdan uzatıp “Sıkılmıyorsun ya kızım?” derdi. Bense az önceki yangının hayaliyle muzipçe gülümser ve dilimi üst damağıma değirip “Nıç” benzeri bir ses çıkarırdım.
Odadaki dört masanın üçünde hiçbir şey bulunmazdı. Hani sanki o odada tek kişi çalışıyormuş da diğer masalar az sonra depoya indiriliverecekmiş gibi. Bir kalemlik, bir zımba, bir not defteri, hiçbir şey. Babamın masasında ise onun boyunun kısalığından mı yoksa üstü üste yığılmış dosyaların uzunluğundan mı bilinmez babam pek görünmezdi. Burada abarttığım sanılmasın; çünkü o devirde bilgisayar henüz keşfedilmemişti; dolayısıyla bütün bilgiler dosyalanırdı. Düşünün fotokopi makinesinin bile henüz yaygınlaşmadığı ve karbon kağıdının kullanıldığı dönemler.
Şimdi diyeceksiniz ki odanın diğer sakinleri ne yapardı? Anlatayım: Sabah servislerle evlerinden alınan bu insanlar, tam 9’da iş yerinde olurlar, 9’dan 11’e kadar sabah gazetelerini okur, devletin memurlara verdiği maaş zammının düşüklüğünden yakınırlardı. 12’de başlayan yemek için 11: 30’da yola çıkılır ve diğer insanlara şöyle bir dönüp “Anca” derlerdi. Diğerleri de başlarıyla onu onaylar, sanki acele etmezlerse yemeği kaçıracaklarmış gibi toparlanmaya başlarlardı. Yemekten sonra kalan ekmekler, havuzdaki ördeklere atılır, ardından havuza bakan banklarda oturup dinlenilirdi. Kahve faslını takip eden saatlerde, bulmacalar ortaya çıkar, cümbür cemaat çözülüp sonra da tek başına çözülmüş gibi sevinilirdi. Saat 16: 30 olduğunda yine devlet dairesinin bir hizmeti olarak memurların ucuz ve hesaplı alışveriş yapmaları için açılan tüketim kooparatifine gitmek üzere yola çıkılır – ki o zaman kredi kartları da yoktu – alışverişten sonra 17: 30’da servislere binilirdi. Her semtin ayrı servisi vardı ve yüzlerce kişi aynı anda servislere binip evlerinin yolunu tutardı. Bu da yine “Alışveriş yapacağım, anca” söylemiyle gerçekleştirilirdi. Ama işin tuhafı kimse mesai saatleri içinde alışveriş yapılmasını yadırgamazdı.
– Hasan Bey nerede?
– Kooparatife gitti. Evde peynir kalmamış.
– A, tamam o zaman!
Bu insanların en çok tükettikleri şey ise vizite kağıdıydı galiba. Vizite kağıdı aldın mı dokunulmazlığın olurdu. Örneğin amiriniz bugün bu işi yetiştirmek zorunda olduğunuzu, yukarıdan onu da sıkıştırdıklarını söylese siz cebinizden vizite kağıdınızı çıkardığınız anda sanki karşı tarafa silah çekmiş gibi olurdunuz. Akan sular dururdu.
– Vizite kağıdı var abi, yapacak bir şey yok.
Bu kurumda her şey o kadar durağan ve tartışmasız bir şekilde yaşanırdı ki bu insanların arasından biri çıkıp da “Ben neredeyim, nereye gidiyorum, dünyaya geliş amacım ne?” diye düşünüp özel bir kuruma geçmek veya kendi işini yapmak isterse hemen ona hastalıklı muamelesi yapılır, fazla acı çekmemesi için hızlıca asimilasyon çalışmaları başlardı. Çoğunda da başarılı olmuşlardı bugüne kadar. “Otur haline şükret, gül gibi işin var.” , “Görmüyor musun insanlar bizim yerimizde olmak için can atıyorlar.” sözleri, bu gibi durumlar için en çok kullanılanlardı.
Yine hasta olduğum ve doktora görünmek için babamın dairesine gelmek zorunda olduğum bir gün, bütün çocuk saflığımla ve babamın uzaktan yaptığı kaş göz işaretlerini görmezden gelerek odadakilerden birine: “Amca senin masanda niye hiçbir şey yok?” diye sormuştum. O amca da gülerek: “Senin baban var ya, senin baban çalışmazsa bunalıma girer. Bu nedenle biz ona iyilik yapıp bütün işleri onun masasına bırakıveriyoruz.”demişti. Benimle dalga geçmiş olduğunu düşüneceksiniz; ama gerçek tastamam böyleydi ne yazık ki. Çalışmadan duramayan babama herkes nasılsa Ahmet Bey yapar diye öyle bir yüklenmişti ki… İşin komiği babam da bu durumdan hiç rahatsız görünmüyordu. Bilakis çalışma arkadaşlarını çok seviyor ve onlar hakkında en ufak olumsuz bir cümle ağzından duyulmuyordu.
Akşam babamın elinden tutmuş bir halde eve dönerken “İyi de baba, neden kızmıyorsun onlara, onlar oturuyor, sen çalışıyorsun?” diye sorduğumda “Yorulmazsam, yaptığım işin hakkını vermezsem geceleri uyuyamıyorum ki yavrum.” demişti bana. “Onlar bana iyilik yapıyor aslında.” Bunun üzerine ben büyüyünce devlet memuru olmayacağım baba, dediğimi hatırlıyorum. Çok sonraları mezun olalı beri hep özel şirketlerde çalışmış bir insan olarak “Sen neden özel okulda çalışıyorsun ki? Bir an önce devlete kapağı atsana!” diyen insanlara, sanki bana küfretmişler gibi davranışımın altında bu çocukluk tecrübelerimin ve kendi kendime verdiğim sözün etkili olduğunu düşünüyorum.
Biraz daha büyüyüp de yine babamın iş yerine gitmek zorunda olduğum yıllarda, o boş masalardan birine oturur, elime kağıt kalem alır ve iş yerinde verimi artırmak için yapılması gerekenleri yazardım. Bir kere bütün binaları tek bir bina içinde toplar, her birim için bir oda ayırır ve fazla insanları daha verimli kullanabilmek için kurum içi atama yapmalarını sağlardım. Böylece onlar da kendilerini yararlı ve önemli hissederlerdi. İyi de ben bunu çocuk aklımla akıl ediyordum da buranın genel müdürü niye bunu düşünmüyordu? Burası özel bir şirket olsa çoktan batardı. Peki değirmenin suyu nereden geliyordu? Bunlar o yaştaki bir çocuğun düşünmesi için oldukça tehlikeli şeylerdi.
Yıllar sonra üniversite son sınıftayken bir hocamızın önderliğinde dört kişilik bir tartışma grubu kurmuştuk. Hocamız bize okuyup araştırmamız için kitap isimleri veriyor, biz bir hafta boyunca neredeyse kütüphaneden çıkmamacasına bu kitapların altını çizerek okuyor, notlar alıyor, sorular çıkarıyor ve cumartesi sabahları hocamızın odasında toplanıyorduk. Okuduğumuz kitaplar daha çok tarih, siyaset, sosyoloji, felsefe, ünlü devlet adamlarının ve padişahların hatıratlarından oluşan kitaplardı. Geç saatlere kadar süren bu toplantılarımızın birinde yapılan yolsuzluklardan ve ülkemiz üzerine oynanan oyunlardan o kadar çok söz edildi ki üzerimizde oluşan negatif havanın etkisiyle “İyi de bütün bunlara rağmen Türkiye nasıl ayakta duruyor? “ demişim. Sevgili hocam, bana hiç unutamadığım ve aynı zamanda hayat düsturum olan şu cevabı verdi: “ Türkiye’nin her kurumunda, her noktasında işini layıkıyla ve dürüstçe yapan gizli kahramanlar sayesinde. Onların yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor. O yüzden siz de Türkiye’nin neresine giderseniz gidin, ister devlette çalışın, ister özel sektörde, ne astınızla ne de üstünüzle çatışmadan işinizi iyi yaptığınızda bir ışık gibi yükseldiğinizi göreceksiniz. Sizler, benim suya attığım taşlar gibisiniz, etrafındaki halkaları gittikçe genişleyen; bu yüzden umutluyum ben Türkiye’nin geleceğinden.”
O anda yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı. Aklıma babam gelmişti çünkü. Benim babam da o gizli kahramanlardan biriydi. İşini layıkıyla yapan, aldığı parayı sonuna kadar hak eden. İşte babam ve diğer isimsiz kahramanlardı, yangında birinci öncelikle kurtarılacak olanlar.